Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Ali’den Başlamak Lazım” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte o yazı:
Alevi aydınları tarihte yaşamış Hz. Ali’nin “Aleviliğin Ali’si” olmadığını biliyorlar”. Dün olduğu gibi bugün de din, mezhep mentesipleri ve modern zamanlarda orduların “devlet” diye ele geçirdikleri aygıt aracılığıyla bir ulus-millet icad etmeye çalışırlarken tarihi, tarihsel olayları ve tarihsel şahsiyetleri yeni bir okumaya tabi tutarlar. Yeni inşa ve icat olmadıkça bir ulus veya modern bir kimlik oluşturmak mümkün değildir. Çünkü bu teşebbüste olanların meşruiyet sağlamak için en çok muhtaç oldukları şey kendilerini aşkın, kutsal bir kaynağa veya şahsa refere etmektir. İcat ameliyesi için tarih münbit bir arazidir, diledikleri gibi bu tarlaya girer, araziden devşirdikleri malzeme ile yeni yeni yapılar inşa ederler.
İki semavi dinin referansı Hz. Musa (Musevilik) ve Hz. İsa’dır (İsevilik). Semavi olmayan diğer dinlerde de kurucular merkezi kutsal şahsiyetler addedilir. Zerdüşt, Budha, Konfüçyüs vs. Profan/seküler zeminde hareket edenlerin kendilerine atfettikleri, emredici ve taşıyıcı araçlarla kitlelere zerkettikleri kutsallık çoğu zaman dinlerin kutsallarından çok daha baskındır. Kemaistler için de Mustafa Kemal “insan-üstü” vasıflara sahiptir, bütün bir ülke ölümünün üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen varlığını ona borçludur.
İslam, bir şahsa refere edilemez. Müslüman olmak Allah’ın iradesine teslimiyettir. Allah’ın iradesi bir şahısta (halife, şeyh, hoca, üstad, lider, pîr) veya tüzel kişilikte, kurumda (devlet, kuruluş, cemaat, stk, dernek, vakıf) tecelli etmez. Biz Allah’ın muradını indirdiği Kitap’taki hükümlerde ararız. Varlık aleminin tamamı kutsaldır, bazı mekanlara ve zamanlara özel bir vurgu yapılmışsa, bu kutsalın işaret edilen özel mekan ve zamanlarda kesafet kazanmış olması dolayısıyladır; neyin ve nerenin kesafet kazandığını ancak sahih dini kaynak belirler, kişiler kendilerinden menkul rivayet veya kabullerle şu yeri ve zamanı, şu şahsı veya nesneyi kutsal ilan edemezler. Sübut vasfına sahip nas bildirmedikçe, insanlar tarafından kutsal, yüce ve üstün ilan edilen her varlık (kişi, yer, nesne, zaman dilimi) hakikatte kutsal değildir.
İslamiyet’in kaynağı Kur’an’dır, Sünnet Kur’an ışığındaki beyanlar, tatbikatlar ve şahitlikler olduğundan Kur’an’a aykırı sünnet olamaz, şöhret kazanmış mecmualarda aykırı rivayetler varsa –ki vardır- bunların senet ve metin kritiğine tabi tutulması lazım. Bu yüzden İslamiyet’e “Muhammedilik”, Müslümanlara da “Muhammedi” denemez. Hz. Muhammet (s.a.) önce “Allah’nı kulu”, sonra “Allah’ın Resulü”dür. Bir beşerdir, ölümlüdür, tabiatta cari yasalara tabidir, herkes gibi tabiatta yetişen ürünlere, gıdaya muhtaçtır, sağlığına dikkat etmediği zaman hastalanır, her durumda Allah’tan yardım diler. Diğer insanlardan farkı vahiy alır (41/Fussilet, 6) ama insanüstü-mitolojik bir varlık değildir; ne Yunanlıların titanı, ne diğerlerinin mitolojik yaratığıdır.
Kur’an bakış açısından Hz. Muhammed (s.a.)’e ittiba etmek, onun sünnetini ve siretini referans almak ilahi emirdir, o bizim için en güzel örnek, rol modeldir (33/Ahzab, 21.) Hakikat bu iken, hiçbir beşer onun önüne geçemez, ona referans olamaz.
Bu hiyerarşi Hz. Ali için de geçirlidir.
Hz. Ali’nin dindeki konumu açısından Sünniler ve Şiiler farklı algılara sahiptir. Sünniler “Sünnet”i, Şiiler Ehl-i Beyt’i öne çıkarırlar. Aba altında toplanan Ehl-i Beyt’en Ali ve Hüseyin iki merkezi şahsiyet olmakla beraber, İran Şiiliği’nde Hüseyin, Irak, Suriye ve Körfez Şiiliğinde Ali daha ön plandadır. İsnaaşeriye/Ca’feri Şiiler ile Aleviler arasında da, Ehl-i Beyt konusunda ittifak varsa da, vurgularında farklılık söz konusudur. Şiilerin ana vurgusunda Ali kadar Hüseyin, bazan daha çok Hüseyin göze çarparken, Aleviler’de öne çıkan Ali’dir, sanki Hüseyin Ali’yi takip eder. Aşırılaştırılmış Şii-Alevi söyleminde ise sanki Hz. Muhammed (s.a.), Ali veya Hüseyin dolayısıyla mezkur şahsiyettir.
İşte Sünni bakış açısından, gerek manevi gerekse beşeri sosyal hiyerarşide çıkan problem bu noktada toplanmaktadır. Hiçbir imam, veli, hoca, hocaefendi, ağabey, üstad, pir, şeyh Hz. Peygamber’in değil üstüne veya önüne, onun seviyesine, ilahi mertebesine erişemeyeceğinden, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ile “aba altında” zikri geçen Ehl-i Beyt’ten kimse onun seviyesinde ele alınamaz. Dinini her türlü tarihi ve siyasi mülahazanın dışında ciddiye alan Sünniler için de Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin, mü’minlerin göz nurudur, Ehl-i Beyt sevgisi imandandır ama varlıkları, kıymetleri Hz. Muhammed (s.a.)’in kıyametinden daha fazla değildir, eşit de değildir.
Sünniler, Şiiler ve Aleviler arasında bu yönde bir algı farkı söz konusu ise de, ortada “üç Ali” olduğu gözden kaçmamalıdır:
a) Sünni kaynakların (hadis ve siyer) tarif ettiği Hz. Ali (radiyallahu anh ve kerreme vechehu).
b) Şia’nın İslami söylemin merkezi söylemi haline getirdiği Ali figürü ve tasavvuru.
c) Alevilerin mitolojik Ali’si.
Şiilerin Ali’si, Alevilerin Ali’sinden Sünnilere daha yakındır.
Sünnilerle Aleviler arasında sorun büyük ölçüde “mitolojik Ali” tasavvurundan kaynaklanıyor. Tarihsel olarak yazılı kaynakların, Kitabî İslam’ın tasvir ettiği Ali bu değil, şifahi-ümmi gelenek içinde yaşamış Anadolu halkının yüzyıllar içinde Kitabi İslam’dan kopuk olarak muhayyilesinde inşa ettiği Ali bu, bu da Ümmi İslam’ın Ali’sidir.
“Doğru Ali” tasavvuru için Sünni ve Şii hadis kaynakları ile İbn İshak, İbn Hişam, Taberi, Vakıdi, İbn Sa’d vd. siyer kaynaklarına ihtiyaç var. Bu konuda Nehcu’l Belağa da ihmal edilir bir kaynak değil. Bu muhteşem metnin Şii şarihleri yanında Sünni Muhammed Abduh ve Suphi es-Salih’in şerhleri de önemlidir. Niyet iyi, gelecek perspektifi sağlam ve bakış açısı doğru olursa, Sünnilerin, Şiilerin ve Alevilerin ortak kaynaklarda buluşmaları imkansız değil. Yan etkilerden arındırldığı takdirde en azından akademi dünyası, sivil bilginler ve fikir adamları böyle bir buluşmayı sağlayabilirler. Büyük ölçüde zorluğu ortaya çıkaran siyasi faktörler, tarihsel kötü mirastır. Her ne olursa olsun, bu faktörlerin dışına çıkma cesaretini gösterip İslam dünyasının geleceği için yeni bakış açıları geliştirme zarureti var.
Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in kavgası Allah rızası için olmadığı gibi, bugünkü bölgesel siyasi çekişme ve rekabetler de Allah rızasına matuf değildir. Öyle olsaydı, iki filin tepişmesi sonucunda milyonlarca Suriyeli bu halde olmaz, Irak’ta akan kan dururdu. Çaldıran savaşı da ne Sünni-Şii kavgasıydı, ne Türk-Fars savaşıydı. “Bu cihan iki hükümdara dar gelir, birimizden biri hükümdar olacak” diyen iki Türk hükümdarının savaşıydı. Biri şah’tı, diğeri padişah’tı. İkisinin hükümdarlık kavgasında “kullarım” dedikleri onbinler nâhak yere öldü. Onbinlerce kadın dul, çocuk yetim kaldı. Çaldıran ve benzeri savaş ve rekabetlerin tümünde Hz. Ali, Ehl-i Beyt, Ashab-ı Güzin ve elbette mezhepler istismar edilir. Ama en büyük zararı daima din ve halk görür; dün mezheplerin araçsallaştırıldığı savaşlardan ümmet zarar görüyordu, bugün de ümmet zarar görmektedir.
Belki ilk adım olarak Ali’den başlamak lazım. Bunun için öncelikle İslam’ı, Ehl-i Beyti ve Ali’yi siyasilerin sömürüsünden, mezhep taassubuyla taşlaşmış beyinlerin yıkıcı etkilerinden çıkarma mecburiyeti var. Sünniler Ali’yi tarihin, Aleviler mitolojinin mezarlarına gömmüşler.
Peki, “mitolojik Ali” tasavvuruyla yaşayan bir Alevi ile Ali’nin davasını anlamamış, vicdanında onu Muaviye’yle eşitleştirmiş bir Sünniyi nasıl bir araya getireceğiz? Hangi dili kullanacağız?
Şu soru da önemli: Ali’yi nerede arayacağız, hangi vadide bulacağız?
Elimizde güvenilir kaynak yoksa mitolojik tasvire veya Beni Ümeyye’nin cinayetlerini tolere etmemizi hedefleyen tarafgir yorumlara, geçmişi mezhebine veya siyasi amacına göre eğip büken tarihçilere niçin itibar edelim ki! Kaynaklarda Ali camid vaziyette duruyor. Onu oradan çıkarıp hayatın içine sokmayı denemeliyiz. Aleviler gerçek Ali’yi adaleti, hakkaniyeti arayan fıtratlarında bulabilirler. Gerçek Ali, Sünnet’in ve Ehl-i Beyt davasının takipçisiydi.
Belki de en büyük Sünni Ali’ydi; Haricilerle görüşmek üzere gönderdiği İbn Abbas’a şu talimatı vermişti; “Onlarla Kur’an üzerinden değil, sünnet üzerinden konuş!” Bu talimat bugün ve yarın da Kur’an ve Sünnet karşımızdaki tutumumuzu belirleyen temel bir ilkedir. Haricilere söylenen her ayete mukabil birkaç ayet sıralarlar, tıpkı bugünkü Kur’ancıların yaptığı gibi, ama Resulüllah’ın sahih ve sabit bir tatbikatı söz konusu ise, buna itiraz gerçekte Kur’an’a itirazdır çünkü Hz. Peygamber, Kur’an’a muhalif bir söz söylemez, bir amelde bulunmaz.
Bu yeni bir gündür. Ne Aleviler mitolojik Ali’yle, ne Sünniler Bizans taklidi saraylardan ümmeti yönetmeye kalkışan Muaviyeye benzettikleri Ali’yle postmodern çağın krizini aşabilirler. Ali takva ve hukukun yanındaydı, saraylara karşıydı, yoksulların ve müstaz’afların tarafındaydı. Bugün hangi vicdan ve akım sahibi Sünni, Şii ve Alevi, takva ve hukukun yanında yer almaz; israf ve debdebenin, saray kültürü ve kibrin, baskı ve yozlaşmanın yanında yer alır?
Sosyo politik krizimizin en önemli çatışma alanlarından biri olan mezhep çatışmalarına son vermenin yollarından biri Ali’den başlamaktır.